Ziya Gökalp’ten Türk Feminizmi

Kemalist Türk devriminin tartışmasız en öne çıkan niteliklerinin başında, medeni kanunun kabulü, kılık kıyafet devrimi ve harf devrimleriyle kadın haklarında kaydedilen ilermeler gelmektedir. Oysa ki bu, yalnızca çağdaşlaşmanın bir gereği olarak değil, aslında Türk kimliğinde, tarihinde ve kültüründe, kadının sahip olduğu hakların iade edilmesi olarak kabul edilmelidir.

Bu yazımızda -kendimizden pek katkı sunmadan- Atatürk’ün “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tır” sözlerinden hareketle, Kemalist ideolojinin kadına bakışının tarihsel bir değerlendirmesini yapmak üzere Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitabında ortaya koyduğu Türk Feminizmi incelemesini alıntılarla sunuyoruz.

‘Vatani Ahlak’ başlığından

“Dünyanın en demokrat kavmi eski Türkler olduğu gibi, en feminist nesli de yine eski Türklerdir. Zaten feminizm, demokrasinin yani müsavatın (eşitlik) kadınlara ait bir tecellisinden ibarettir.“

‘Aile Ahlakı’  başlığından

Soy- Soy Latinlerin ‘kogna’, Almanların ‘zippe, Fransızların ‘parantel’ adlarını verdikleri zümredir. İleride göreceğimiz törkün (baba ocağı, asıl aile) zümresinin haricinde kalan amcazade, dayızade, teyzezade, halazade gibi canibi akrabanın mecmuudur (toplamıdır). Soyda, hem ana cihetinden (tarafindan), hem de baba cihetinden akraba olanlar dâhildir. Birincilere ‘ana soyu’, ikincilere ‘baba soyu’ denilir. 

Eski Türklerde ana soyuyla baba soyu kıymetçe birbirine müsaviydi (esitti). Ana soyuyla baba soyunun müsavatını bazı müesseselerde bariz bir surette görüyoruz: 

Eski Türklerde asalet yalnız baba cihetinden muteber değildi. Ana cihetinden de asalet aranırdı. Bir adamın tam asil olması için, hem baba cihetinden, hem de ana cihetinden asil olması lazımdı. 

Bugün bile, Harezm’deki Türkmenlerde bir kız hem babası, hem de anası Türkmen olmayan bir erkeğe varamaz. Çünkü bir adamın yalnız babasının Türkmen olması, asil olması için kâfi değildir. Tamamıyla asil olması için, mutlaka anası da Türkmen olmalı. 

Sülalelerin teşekkülünden sonra da, bu iki türlü asalet devam etti. Bu devirde, baba tarafından prens olanlara ‘tegin’, ana tarafından prens olanlara ‘inal’ unvanları verilirdi. Bir şehzadenin hakan olabilmesi için onun hem tegin, hem de inal olması; yani hem baba, hem de ana cihetinden sülaleye mensup bulunması lazımdı. İran’ın Kaçar sülalesinde bu kaide hâlâ caridir (geçerlidir).”

“Bark- Eski Türklerde, bir delikanlı evlenecek yaşa gelince … evleneceği sırada, aile emvalinden mirasını peşinen alırdı. Alacağı kız da ‘yumuş’ namıyla bir cihaz (çeyiz) getirirdi. Bu cihaz ebeveyninin ve akrabasının verdiği hediyelerden mürekkepti (oluşurdu)”

Gelinle güvey mallarını birleştirerek, müşterek bir ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında, ne de kızın törkünü nezdinde oturmazlar, yeni bir ev kurarlardı. Bundan dolayıdır ki Türklerde, her izdivaçtan yeni bir ev doğardı. İzdivaca ‘evlenmek’ ve ‘ev bark sahibi olmak’ denilmesi de bundan dolayıdır. Teke’lerde, gelinle güveyin çadırı yeni yapıldığı için beyazdır. Bu sebeple ona ‘ak ev’ denilir. Sair (diğer, başka) çadırlarsa zamanla esmerleşmişlerdir. Eski Türklerde, ev, Araplarda olduğu gibi yalnız zevcin (erkeğin) değildi, zevc ile zevcenin müşterek malıydı. Bu sebeple evin erkeğine ‘od ağası’ denildiği gibi, evin hanımına da ‘ev kadını’ unvanı verilirdi. 

Törkünün perisi ocakta barındığı gibi, ak evin perisi de barkta yaşardı. Evin perileri, biri kocaya, diğeri karısına ait olmak üzere iki tane idi. Birinciye ‘od ata’, ikinciye ‘od ana’ derlerdi. Gelin her sabah bir parça tereyağı ocağa atar ve ‘od ana, od ata!’ diye dua ederdi.

Otağın sağında güvey, solunda gelin otururdu. Sağda kısrak memeli, solda inek memeli olmak üzere iki sanem (put) vardı. Sağdakine ‘ev sahibinin kardeşi’, soldakine ‘ev sahibesinin kardeşi’ denilirdi. Bunlar koca ile karısının totemleri idi.”

“Türk Feminizmi- Eski Türkler, hem demokrat, hem de feminist idiler. Zaten, demokrat olan cemiyetler, umumiyetle feminist olurlar. Türklerin feminist olmasına başka bir sebep de, eski Türklerce Şamanizmin kadındaki kutsi kuvvete istinad etmesi idi. Türk Şamanları, sihir kuvvetiyle harikalar gösterebilmek için, kendilerini kadınlara benzetmeye mecbur idiler. Kadın elbisesi giyerler, saçlarını uzatırlar, seslerini inceltirler, bıyık ve sakallarını tıraş ederler, hatta gebe kalırlar, çocuk doğururlardı. 

Buna mukabil, Toyonizm dinî de erkeğin kutsi kuvvetinde (kutunda) tecelli ederdi görünürdü. Toyonizm ile Şamanizm’in kıymetçe müsavi (eşit) olması, hukukça erkek ve kadının müsavi tanınmasına sebep olmuştu. Hatta, her işin gerek Toyonizme ve gerek Şamanizme istinad etmesi (dayanması) lazım geldiğinden, her işe ait ictimada (toplanmada) kadınla erkeğin beraber bulunması şarttı: Mesela, velayet-i amme (kamu otoritesi), hakan ile hatunun her ikisinde müştereken tecelli ettiği için bir emirname yazıldığı zaman ‘hakan emrediyor ki’ ibaresiyle başlarsa muta (itaat) olmazdı. Muta olması için, behemehal (her halde) ‘hakan ve hatun emrediyor ki’ sözü ile başlaması lazımdı.

Hakan tek başına, bir elçiyi huzuruna kabul edemezdi. Elçiler ancak sağda hakan ve solda hatun oturdukları bir zamanda, ikisinin birden huzuruna çıkardı. Şölenlerde, kinkeşlerde kurultaylarda, ibadetlerde ve ayinlerde, harp ve sulh meclislerinde, hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. Kadınlar, tesettüre ait hiçbir kayıt ile mukayyet (bağlı) değildiler. Hakanın hükûmette şeriki (ortağı) olan hatuna ‘Türkan’ unvanı verilirdi. Hatun, hakan sülalesine mensup umum prenseslerin müşterek unvanıydı. Türkanın da, behemehal  hatunlardan olması lazım geldiğinden, ona da sadece ‘hatun’ denilebilirdi. 

Eski Türklerde ‘zevce’ yalnız bir tane olabilirdi. Emperyalizm devirlerinde hakanların ve beylerin bu hakiki zevceden maada (başka); ‘kuma’ namıyla başka illere mensup odalıkları da bulunabilirdi. Fakat, bu kumalar, hakiki zevce mahiyetinde değildiler. Türk töresi, bunları resmen zevce tanımazdı. Bunlar âdeta bir nevi hile-i şeriye (şeriata uygun hile) ile ailenin içine girmişlerdi. Kumaların çocukları öz annelerine ‘anne’ diye hitap edemezler, ‘teyze’ diye çağırırlardı. ‘Anne’ hitabını münhasıran (sadece) babalarının hakiki zevcesine teveccüh edebilirdi (söyleyebilirdi). 

Aynı zamanda, kumaların çocukları mirasa da nail olamazlardı. Kumaların oğulları -babaları hakan bulunsa bile- asla hakan olamazlardı. Kumaların, hatunlardan farkı şudur ki, kumalar, hakanın kendi ilinden değildiler. Hatun ise hakanın kendi ilinden idi. Kuma, Çin prenseslerinden ise, ‘konçuy’ namını alırdı. Konçuy, sair (diğer) kumalara takaddüm ederdi (önünde gelirdi), fakat konçuyların fevkinde (üstünde) de ‘hatun’ vardı. Moğol devrinde, hatunlar da taaddüd etmeye (çoğalmaya) başladı. Fakat, bunlardan yalnız bir tanesi ‘Türkan’ yani ‘Melike’ payesinde bulunurdu. 

Eski Türklerde, kadınlar umumen (tamamen) ‘Amazon’ idiler. Cündilik (binicilik), silahşörlük, kahramanlık Türk erkekleri kadar Türk kadınlarında da vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve sefir olabilirlerdi. Alelade ailelerde de, ev müştereken, karı ile kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velayet-i hassa (özel otorite), baba kadar, anaya da aitti. Erkek daima karısına hürmet eder, onu arabaya bindirerek kendisi arabanın arkasında, yaya yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde umumi bir seciye (karakter) idi. Feminizm de, Türklerin en esaslı şiarı (prensibi) idi. Kadınlar, emvale (mallara) tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, zeametlere (tımarlara), haslara, malikânelere de malik (sahip) olabilirlerdi. Eski kavimler arasında, hiçbir kavim Türkler kadar, kadın rehtine (cinsiyetine) hukuk vermemişler ve hürmet göstermemişlerdir. “

‘İstikbalde Aile Ahlakı Nasıl Olmalı?’  başlığından

“Türklerin, gerek aile ahlakında ve gerek rahti (cinsiyetle ilgili) ahlakta ne kadar yüksek olduklarını yukarıki fasıllarda gördük. Hâlihazırda, Türkler tamamıyla bu eski ahlakı kaybetmişlerdir. İran ve Yunan medeniyetlerinin tesiriyle, kadınlar, esarete düşmüşler, hukukça dun (aşağı) bir derekeye (seviyeye) inmişlerdir. Türklerde, millî hars (kültür) mefkûresi (ülküsü) doğunca, eski törelerin bu güzel kaidelerini hatırlamak ve diriltmek lazım gelmez miydi? İşte, bu sebepledir ki memleketimizdeki Türkçülük cereyanı doğar doğmaz, feminizm mefkûresi de beraber doğdu. Türkçülerin hem halkçı, hem de kadıncı olmaları, yalnız, bu asrın bu iki mefkûreye kıymet vermesinden dolayı değildir; eski Türk hayatında demokrasi ile feminizmin iki başlıca esas olması da bu hususlarda büyük bir amildir (etmendir). 

Başka milletler, asri (çağdaş) medeniyete girmek için, mazilerinden uzaklaşmaya mecburdurlar. Hâlbuki, Türklerin asri medeniyete girmeleri için, yalnız eski mazilerine dönüp bakmaları kâfidir. Eski Türklerde, dinîn zühdi ayinlerden (dinin gereklerini yerine getirme) ve menfi (olumsuz) ibadetlerden ari (uzak) olması, taasuptan (bağnazlıktan ve din inhisarcılığından (tekelciliğinden) azade (bağımsız) bulunması, Türkleri gerek kadınlar hakkında, gerek sair (diğer) kavimler hakkında çok müsaadekâr (hoşgörü sahibi) yapmıştı. Eski Yunanîlerin medeniyette muallimleri İskitler, eski Keldanilerin Sümerler olduğu gibi. Eski Cermenlerin üstatları ve mürebbileri (eğitici) de Hunlardı. İstikbalde bi-taraf (tarafsız) bir tarih, demokrasi ile feminizmin Türklerden doğduğunu itirafa mecbur olacaktır. O hâlde, istikbaldeki Türk ahlakının esasları da millet, vatan, meslek ve aile mefkûreleriyle (ülküleriyle) beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır.”

Kaynak: 

Ziya Gökalp (1923), Türkçülüğün Esasları, Anadolu Üniversitesi Yayın No: 3900, 2019 Baskısı

Bu Yazıyı Paylaşın
Tüm hakları Aydınlanma 1923 ve yazarlarına aittir. Kopyalanması, alıntı yapılması izinlere tabidir.